UNICEF ile imzaladığımız 3 yıllık bir çerçeve sözleşme kapsamında geniş bir coğrafyada farklı ülkelerde özellikle aşılanma, beslenme, emzirme, hijyen, hastalıklardan korunma, su kullanımı gibi sağlık ve gelişim ile ilgili konularda “insanları daha sağlıklı davranışları göstermeye nasıl yönlendirebiliriz?” sorusunun yanıtını arıyoruz. Bu, öncelikle dünyada giderek yükselen bir trend olan ve “behavioral insights (davranışsal içgörüler)” olarak tarif edilen şekilde “insanların neyi neden yaptığını anlamak”tan geçiyor:
*Bazı insanlar neden giderek daha fazla çocuklarını aşılatmaktan kaçınıyorlar? Neden örneğin yakın zamana dek kökü kazınmış olan kızamık ve difteri vakaları tekrar ortaya çıkıyor? Bu hastalıklardaki artış bazı insanları neden endişelendirmiyor?
*Bazı insanlar neden ellerini gereğince yıkamıyorlar?
*Bazı insanlar kullandıkları suyun temizliğine neden dikkat etmiyorlar?
*Bazı anne adayları hamilelik sürecinde neden doğru beslenmiyorlar? Neden çocuklarını doğru beslemiyorlar ve gelişim geriliği veya obeziteye sebebiyet veriyorlar?
Sorular bizden istenen çalışmanın kapsamına ve ilgili ülkenin coğrafyasına göre değişse de ortak olan bir şey var: İnsanlar, nihai olarak kendilerine zarar verecek bir davranışı 3 sebepten gösteriyor olabilir.
1) Doğru davranışı gösterebilmek için fiziki veya maddi kapasiteye sahip olmayabilirler: Örneğin çocuğunu aşılatmak istese de, en yakın sağlık ocağına veya aşıya ulaşımı zorsa aşı takvimini kaçırabilir. Veya çocuğunu iyi beslemek istese de maddi imkanları yeterli gelmiyor olabilir. Hijyen koşullarını sağlayabilmek için bulunduğu yerde kanalizasyon sistemi olmayabilir… Örnekler çoğaltılabilir, ancak özetle eğer sorun fiziki/maddi kapasite sorunu ise buna yönelik çözüm, ilgili destek ve yatırımlar devlet yönetimleri ya da sivil toplum kuruluşları tarafından planlanarak nispeten kolay şekilde çözülebilmektedir.
2) Doğru davranışa dair algısı, o davranışı göstermek için engel teşkil ediyor olabilir. Bunu en çok beslenme ve aşılama davranışında görmekteyiz: “Aşılar sakatlık yapıyor, hasar veriyor”, “Bizim milli yemeğimiz mantı, hep böyle beslendik, gayet iyiyiz, çocuğumun da başka bir şeye ihtiyacı yok”. “Aşılarda domuz ürünleri var, kullanmamız caiz değil”. Burada detaylarını birazdan açıklayacağımız üzere algı ve bilgi el ele gelmekte.
3) Doğru davranışı göstermek için bir motivasyonu olmayabilir. Yine aşı örneğinden gidersek, “Hasta olup atlatsın, daha güçlü olur”, “Benim çocuğum güçlü, bir şey olmaz” veya hatta “Hastalıkla gereksiz yere korkutuluyoruz” gibi aşılama davranışı için bir motivasyon bulamama durumu olabilmekte ve çoğunlukla da bu motivasyon eksikliği “algı” ve “bilgi” ile doğrudan ilişkili olmaktadır. Motivasyon altında “umursamama” davranışı da var.
Algı, bilgi ve bunlara bağlı olarak motivasyon, zihnimizin çok tipik bazı düşünce kalıpları ve kısayolları ile şekillenir. Yakın zamanda farklı coğrafyalarda yaptığımız çalışmalarda özellikle aşılanma davranışı veya daha sık kullanılan şekliyle “aşı karşıtlığı” ile ön plana çıkan bazı örnekleri paylaşmak isteriz:
· “Korku sattırır”: Aşı konusunda olumsuz herhangi bir bilgi, olumlu bilgiden daha çok ilgi çekiyor, daha çok akılda kalıyor, daha önemli olarak algılanıyor. “Aşıdan sonra yüksek ateşten hastanelik olmuş, başına neler gelmiş” gibi hızlı yayılan haberler esasında aşıların çok düşük olasılıklı yan etkilerinin, olduğundan daha sık görüldüğü algısına yol açar ve insanları aşıdan kaçınmanın daha iyi bir fikir olduğuna yönlendirir. Bunun altında birkaç tipik bilişsel önyargı ve kör nokta yatar (herkeste bu önyargılar var, herkes bu tuzaklara düşer diye bir şey söylenemez, ama insan zihni tipik olarak bu kör noktalara maruz kalma potansiyeline sahiptir diyebiliriz):
o İnsanlar kayıp olasılıklarına kazanç olasılıklardan daha duyarlıdır. Durduk yerde 1.000 Lira kazanmanın vereceği neşenin şiddeti, 1.000 Lira kaybetmenin vereceği üzüntünün şiddetinden daha düşük kalır. (Prospect theory)
o Çarpıcı hikayeler akılda kalır, insanın aklında en son kalan da davranışını şekillendirir. Etrafımızda “aşı olmuş ve hiçbir şey olmamış”ın hikayesi yoktur, haber değeri de yoktur. “Aşı olmuş ve başına bunlar gelmiş”in bir hikayesi vardır, kulaktan kulağa anlatılır, akılda kalır ve davranışımızda etki yaratır. Buna “çamur at izi kalsın” atasözünü de ekleyebiliriz: Yıllar önce kızamık aşısı ve otizm arasında bağlantı bulduğunu iddia eden araştırmacının çalışması geçen on yıllar boyunca dünyanın her yerinden akademik çalışmalarla çürütülse de bu korku hikayesine halen inanan ve çocuğunu aşılatmayan insanlar var, çünkü ilginç bir hikaye. (Availability heuristcis)
o Rakamlarla aramız pek iyi değil ve iyi bir hikaye rakamları bastırabilir. Örneğin kızamık, aşılar sayesinde uzun süredir gündemimizden çıkmış bir hastalık olmakla beraber hasar bırakma veya ölüme sebebiyet verme olasılığı ciddi, bulaşıcılığı çok yüksek bir hastalık. Ancak mesela, Ebola’nın 2.299 kişinin ölümüne sebep olduğu Kongo’da aynı dönemde (2018-2020 arası) 7.800 kişinin ölümüne yol açan kızamık, Ebola kadar ilgi uyandırmamış. 2019 yılında tüm dünyada 207 bin kişi kızamıktan dolayı hayatını kaybetmiş. Bu rakam son 23 yılın rekoru ancak kalplerimize diğer hastalıklar gibi korku salmış gibi görünmüyor ve sağlık sektörü çalışanları arasında bile çocuğuna kızamık aşısı yaptırmayanlar olduğunu görebiliyoruz. Üstelik kızamığın çocuklardaki ölüme yol açma olasılığı binde 1-3 arasında, beyin ve bedenin diğer bölgelerinde hasar bırakma olasılığı binde 1 kabul ediliyor. Bu, aşılama oranı %95 (kızamıkta aşının etkinliği için nüfusun en az %95’i aşılanmış olmalı, bu oranın altına düşüldüğünden gerçek bir koruma aşırı derece zorlaşıyor) olan 100 milyon kişilik bir ülkede her yıl ortalama 9-10 bin kişinin ölümü, 4-5 bin kişinin engelli hale gelmesi anlamına geliyor. Öte yandan bu rakamlar insanlara her zaman ikna edici gelmeyebiliyor, zira Ebola’daki gibi trajik tarzda kanamalı ölümler yerine daha solunum yetmezliği gibi sıkça işitilen şekillerdeki ölümlere yol açıyor olması, kızamığın “bir hikayesi” olmasını, dikkat çekmesini zorlaştırıyor. (Base rate neglect)
· “Söylenene değil söyleyene bakarım”: Dünyanın her yerinde insanlar sözlerine erişebildikleri ve bir gönül bağı kurabildikleri otoritelerin düşüncelerini benimseme eğilimi gösterebiliyorlar. Bu otoriteler ise her zaman gerekli donanım ve bilgi birikiminde kişiler olmayabiliyor. Geleneksel ve sosyal medya çok sayıda “influencer” (kanaat önderi) ortaya çıkmasına ve görüşlerinin yayılmasına ortam sağlarken insanlar bir şekilde gönül bağı kurduktan sonra kanaat önderi ne derse kabul etme eğilimi gösterebiliyorlar. Bir diğer ifadeyle, takip ettikleri kişi ne derse doğrudur, mükemmeldir ve yanlış düşünemez, önerdikleri sorgulanmadan uygulanmalıdır (Halo Effect). Pek çok ülkede yanlış tavsiyelerle takipçilerinin hayatlarını riske atan veya karşılığında sağlıklarında hiçbir iyileşme olmamasına rağmen gereksiz paralar harcamalarına yol açan kanaat önderlerine rastlıyoruz. Halihazırda, insanların yanlış ve doğru tavsiyeyi/haberi ayırt etmek üzere nasıl kendilerini eğitebilecekleri üzerinde çalışmalar yapılıyor ve yanlış haberin yayılmasını engelleyecek mekanizmalar tasarlanmaya çalışıyor.
Sağlık, hijyen, aşılama gibi davranışları anlamak elbette bu kadar kolay değil, ancak bu geniş evrene küçük bir göz atımı sunmayı amaçladık. Başta söylediğimiz gibi, davranış değişikliğini tetiklemek istiyorsak, önce davranışın altında yatan yapısal sorunları ve bilinçli veya bilinçsiz yönelimleri anlamamız gerekiyor. Son dönemde sıkça duymaya başladığımız “post truth” (hakikat sonrası) dönemi, bugün insanların gerçeği aramak ve gerçek bilgiye prim vermek yerine elinin altındaki veya inancına uyan bilgiyi doğru kabul edip davranışını buna göre düzenlemesinin ne denli yaygın olduğunun bir göstergesi. Çok farklı sektörlerde olduğu gibi sağlık sektöründe de farklı metodolojilerle yürütülmüş davranışsal analizler gösteriyor ki toplumlarda algı ve motivasyon unsurları çoğu zaman bilgiye ve bilime dayalı haklı gerekçeleri oyun dışı bırakabilmekte ve “post truth” döneminde olduğumuzu ispatlarcasına ilginç örnekler yaratmakta.
Peki “post truth”tur, yapacak bir şey yok diyerek davranış değişikliği yaratmaya çalışmaktan vaz mı geçeceğiz? İşte bu alanda da dev bir literatür mevcut. Nobel Ödüllü Richard Thaler’in “Nudge” (Dürtme) adıyla yayınladığı kitabı ve bunu takiben yapılan çok sayıda çalışma, davranış değişikliğini tetikleyebilecek pek çok yaratıcı mekanizmanın tasarlanabileceğini ve işe de yarayabileceğini gösteriyor. Burada yasal mevzuatın zorlayıcı hükümleri ve kısıtlamalarından yararlanılacağı gibi insan algılarını ve davranışlarını tetikleyen unsurlar iyi anlaşılarak bunlara hitap edecek tetikleyiciler şekilleniyor. Bunun için de insanın kendisini olduğu kadar yaşadığı mahalleyi, köyü, kasabayı, şehri ve o insanın içinde rol aldığı toplulukları iyi tanımak gerekiyor. Bu amaçla özellikle toplumları yönetenlerin kendi bölgelerindeki insanlara yönelik kantitatif ve kalitatif davranışsal analizleri doğru, zamanında ve periyodik olarak gerçekleştirmeleri, sektörel farkları gözeten yaklaşımlar sergilemeleri ve bu şekilde davranışsal bariyerleri ortadan kaldırmaları ilginç fırsatlar ve çözümlere kapı açacaktır.